BİR GÖZLEM DÖRT SOSYAL SORUN

Konumuz kapsamında mesleğim gereği duruşma savcısı olarak katıldığım bir duruşma salonu gözlemimdir:

Karşımızdaki sanık, “Nitelikli Hırsızlık” suçundan tutuklu olarak yargılanmaktaydı ve duruşma salonuna elleri kelepçeli olarak jandarma görevlileri tarafından cezaevinden getirilmişti.

Son bir yıldır işsiz olan sanık, marketten birer kilo peynir ve tereyağı çalmıştı. Suçu buydu. Bu suç için Türk Ceza Yasası’nda öngörülen ceza ise, beş yıldan on yıla kadar hapis cezasıydı. Sanığın eşi ve 6 yaşlarındaki kız çocuğu pür dikkat duruşmada olup bitenleri izliyorlar, sonsuz bir sabır ve tarifsiz bir acı doğuran bekleyiş içinde oldukları her hallerinden okunabiliyordu. Müşteki ifadesi, tanık beyanları, sanık savunması derken söz sırası yargıca geldiğinde, o minik kız çocuğunun, tanrıdan hayatının en önemli dileğini isteyenlere mahsus bir bakışla yargıca baktığını gördüm. Sonuçta sanığın tutukluluğunun devamı karar verilince, jandarmalar tarafından elleri kelepçelenerek duruşma salonundan apar topar çıkartıldığını izleyen 6 yaşlarındaki kız çocuğunun gözlerinde tarifsiz bir korku vardı. Bu öyle bir korku ifadesiydi ki, minicik kız çocuğunun yüzünde ebediyen asılı kalacağı düşünülen bir ifadeydi. Açıkça söylemeliyim ki, daha önce hiçbir insanda, hatta hiçbir canlıda böyle bir korku ifadesi görmemiştim. Çocuk ruhuna çöken çaresizlik duygusunun ağırlığını daha fazla taşıyamadı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. O masum çocuğun gözyaşları, ciğerlerime damlayan asit gibi yaktı içimi ve sonra kendi kendime şu soruları yönelttim: “Neden babalar çocuklarını üzecek şeyler yaparlar ki? Neden babaların suçlarının acısını çocuklar çekiyor ki? Neden çocukların bu gereksiz acılara sürüklenmesine sistem bir çare üretmiyor ki? Neden suçun acısını suçludan başkası çekiyor ki? Neden insanlar ekonomik suçları işlemek zorunda bırakılıyorlar ki? Neden insanlar ekonomik suçlar dolayısıyla özgürlüklerinden mahrum bırakılıyorlar ki? Neden insanlar mutsuz edecekleri masum bebekleri dünyaya getiriyorlar ki? Nedir bu duyarsızlık? Nedir bu bilinçsizlik ve nedir bu orta oyunu?

Yaptığım bu gözlem sonucunda dört farklı sosyal sorun olduğunu tespit ettiğimi söyleyebilirim. Bunlar;

1- SUÇ VE ORANTISIZ CEZA PRATİĞİNDE YANSIMASINI BULAN HATALI CEZA HUKUKU POLİTİKASININ VARLIĞI: Sosyal devlet olduğu iddiasındaki bir devletin hüküm sürdüğü bir coğrafyada karnını doyurmak için birer kilo peynir ve tereyağı çalmanın cezasının 5 yıldan 10 yıla kadar hapis cezasını gerektirmesi ve tutuklu yargılanması korkunç bir çelişki, hüzün verici aile dramlarının sebebi ve bir çok toplumsal sorunun kaynağı olmaktadır. Her şeyden önce suçların, sert cezalar ile önlenebileceği gibi kadim bir yanlışlığa işaret etmektedir.

Ceza, bir davranışın suç sayılmasını gerektiren bir  sonuç değil, suçun karşılığıdır. Başka bir deyişle diyetidir. Suç borç ise, ceza da borcun ödenmesi anlamında bir edimdir. Suç, hukuki bir tanım olabilir, ama sosyolojik bir olgudur. O nedenle onu sosyolojiden ayıramazsınız. Bu anlamda hukukçulardan önce sosyologların üzerine eğilmesi gereken bir olgudur. Bunun yanında ceza, suç ile yaşıt bir kavram olması dolayısıyla tarihçilerin de üzerinde çalışması, yorumlarda ve çıkarımlarda bulunması gereken tarihsel bir kavramdır. Tam da bu nedenle suça, karanlıkların kalbinden gelen mistik bir kötülük muamelesi yapmanın zamanı geçmiştir. Artık suçu, toplumsal koşullara yönelik pratik ve davranışsal bir tepki olarak görmenin de vakti gelmiştir belki de…Suç konusundaki bu algı ve toplumsal değişime paralel olarak ve en az adalet anlayışı kadar, bu alanlardaki değişimlerde payı olduğu kuşku götürmeyen yaptırım sistemleri de değişmelidir.

Suç ve ceza kavramları dünyanın en büyük romanlarından birisinin de ismi olmuş sa (ki olmuştur: Dostoyevski-Suç ve Ceza), özellikle suç ve ceza ikilisi söz konusu olduğunda hukuk, pozitif hukuk kuralları birlikteliğine indirgenemez.

Ne yazık ki günümüzde hukuk bilimi, kriminoloji ile karıştırılmakta ve ilgi alanını yalnızca suç’un oluşturduğu sanılmakta ve yine ne yazık ki hukuk denilince akla yalnızca ilgi alanı suç ya da sözleşmeler hukuku gelmekte; oysa hukuk, suç ya da sözleşmelerden ibaret değildir.

Adalet objesinin suç ve ceza bağlamında tartışılması daha çok onun terbiye etme, uslandırma ve itaat ettirme bağlamındaki takdimleriyle ilgilidir. Tam da bu nedenle olsa gerek, ne yazık ki günümüzde hukuk bilimi, kriminoloji ile karıştırılmakta ve ilgi alanını yalnızca suç’un oluşturduğu sanılmaktadır. Yine tam da bu nedenle özgürlükler yok sayılmaktadır. Bu bakımdan mevcut suç ve ceza adaleti daha çok egemen güçlerin çıkarlarının öncelenmesinin bir ifadesi olarak sosyal hayata yansımaktadır.

Bu kadar sert hukuk kurallarından oluşan pozitif hukukun ne kadar adil uygulanabileceği soru işareti olarak dururken önümüzde, bir de şimdiki yasalardaki (buna Anayasa dahildir) yasakların belirsiz olmaya eğilimli oldukları ve oldukça katı uygulamanın olduğu hukuk sistemi için oldukça sert cezai hükümler de olduğunu düşünecek olursak, ümitsizğimin nedeni daha kolay anlaşılacaktır.

Tamam haksızlıkları tespit edelim, kötülüğe bir ceza verelim; ama ilkel toplumlarda olduğu gibi cezalandırma ile intikamı bir tutmayalım. Suçlunun mağdura verdiği acının aynısını misliyle ve olabildiğince çıkartmak gibi çirkin bir saplantıdan kurtulalım! Bireysel intikamın yerine devlet intikamını koymayalım!

Unutmayalım ki, eğer bir eylem, tarihsel ve toplumsal koşullar itibarıyla suç niteliği kazanabiliyorsa; ya suç göreceli bir şeydir, ya da suç egemenlerin keyfince belirlenmektedir.

Ceza olgusu, toplumsal bir fayda doğurmayacak olsa bile çoğu zaman sırf normatif bir düzen dayatılmanın aracı kılınmaktadır. Bu aracı kılış da en çok burjuvazinin işine gelmektedir. Zira, burjuvazi, kaynağını varsayılan bir toplumsal sözleşmede bulan bir iktidar kavramına, hazır bulunuşluk olarak sahiptir. Dolayısıyla egemen güç odur. Egemen güç kimse, normatif düzen dayatan da o olmaktadır. Ancak bu dayatma “ben bir dayatmayım” diye değil, hukuk aracılığıyla toplumun çıkarını gözeten bir uzlaşma biçimi olarak sunulmaktadır.

2- YOKSULLUK VE İŞSİZLİK İLE SUÇ ARASINDA POZİTİF KORELASYONUN VARLIĞI: Bahsi geçen sanığın çaldığı ürünler, her insanın gündelik hayatında ihtiyaç duyduğu, dahası evde yiyecek bekleyen çocukları olan her babanın temin etmek için sonsuz bir gayret sarf edeceği yiyeceklerdir. Başka bir deyişle daha lüks bir yaşam veya konfor alanı yaratmak için hırsızlanan ürünler değildir. Belli ki sanık, herkesin ihtiyaç duyduğu, somut olaydaki suça konu peynir ve tereyağını eşi ve çocuğu da yiyebilsin diye evine götürmek istemiştir. Aslında sosyal devlet olduğu iddiasındaki her devletin, yurttaşlarının bu vb. ihtiyaçlarını karşılamak görevi vardır. Devletin yapamadığı bu görevi, işsiz ve aynı zamanda herhangi bir malvarlığı olmayan babanın, hırsızlamak suretiyle temininden başka bir olanak kalmış mıdır ki, “bu insani ihtiyaç için yapılan eylem dolayısıyla 5 yıldan 10 yıla kadar hapis cezasıyla yargılanmaktadır?” Gibi bir soru, vicdan sahibi her insanın aklından geçmesi gereken bir sorudur. Şimdi soruyorum; beslenmek için evde yiyecek bekleyen çocuğu olan hangi baba bu eylemi yapmaya kendini mecbur hissetmez ki? Bu soruya verilecek yanıt az çok bellidir. O halde özellikle hırsızlık gibi suçların varlık nedeni toplumdaki açlık, yoksulluk ve işsizliktir. Bu sosyal sorunlara çare bulunmadan, o toplumda hırsızlık gibi ekonomik suçları önlemek olası değildir. 70 yıla yakındır uygulanan ABD ambargosu dolayısıyla yoksul düşen Küba’da hırsızlık suçunun neredeyse yok denilecek kadar az olmasının, herkesin az çok gelirinin ve işinin olması sayesinde olduğu sosyolojik bir gerçekliktir diyebiliriz.

3- YETİŞKİNLERİN SUÇLARININ CEZASINI ASLINDA BAŞKALARININ VE EN ÇOK DA ÇOCUKLARIN ÇEKTİĞİ GERÇEĞİ: Normal koşullarda ve olması gereken her suçun cezasını, o suçu işleyen kişinin çekmesidir. Bu kural ceza hukukunun evrensel ilkelerinden birisi olup, adına “cezanın şahsiliği ilkesi” denilir ve bütün dünya devletleri sözde bu ilkeye uyduklarını öne sürmektedirler.  Oysa duruşma salonunda yaptığım gözlemden çıkardığım sonuca göre, bazen babaların suçlarının cezasını minicik çocukların ya da eşlerin de çektiğini görmekteyiz. Eğer bir ceza hukuku yaptırımı sonucunda failden başkaları da ciddi manada olumsuz etkileniyorsa, orada cezanın şahsiliği ilkesinden söz edilemez. Başka bir deyişle eğer suç sayılan eylem dolayısıyla karşılığında hükmedilen yaptırımdan başkaları olumsuz şekilde etkileniyorsa, o cezanın yerinde olmadığı açıklıkla söylenebilir. Örneğin, evli ve çocuklu bir hırsızlık suçu failine verilen 5 yıl hapis cezasını ele alalım. Bu durumdaki hırsızlık suçu faili 5 yıl boyunca hapsedildiğinde, 5 yıl boyunca failin karısını eşsiz, çocuğunu da babasız bırakmakla cezalandırmış olmayacak mıyız?  İşte bu sonuç, hatalı ceza hukuku politikasının yarattığı insanlık dramı boyutundaki büyük bir toplumsal sorun kaynağıdır.

4- HAPSETME OLGUSUNUN ÇÖZÜM OLMADIĞI GERÇEĞİ: Gözleme konu mekanda yargılanan sanığın halen tutuklu olması nedeniyle hapiste olması ve yargılama süreci sonucunda işlediği ekonomik suç dolayısıyla hapis cezası alması durumunda (ki suçu sabit görülürse hapis cezası alacağı kesindir) yine hapsedileceği gerçeği, insanın aklına şu soruyu getiriyor: “Neden ekonomik suça ekonomik ceza anlayışı egemen olmuyor da, illaki hapis cezası öngörülüyor?”

Bir tarihçinin, siyaset bilimcisinin, hukukçunun, kriminologun ya da sosyologun ayrı ayrı tek başlarına yaptıkları irdelemede hapishaneyi, suçlunun cezalandırılmasının, ıslahının, yeniden sosyalleştirilmesinin aracı olarak düşünmeleri ve ancak sistemin, devletin ve mevcut toplumsal sürecin devamı ve düzeni için güvenlik ihtiyacı baş göstersin diye yeni suç ve  suçlular yaratmanın ya da muhalif sesleri susturmanın aracı olarak da icat edilmiş olabileceğini göz ardı ederler.

Hapsetmekle suçluyu iyileştirmenin amaçlandığını söylemek; az buçuk psikoloji bilen birisinin aklıyla dalga geçmekten farksızdır.

En ironik olanıysa hapsetmenin amacının suçluyu iyileştirmek, ıslah etmek, topluma kazandırmak olduğunu iddia eden akademisyenlerdir. Onlarda çok iyi biliyor ki, hapishane, suçluyu cezalandırma ve ondan mağdur adına, toplumsal öfkeyi bastırmak için intikam alma yeridir. Üstelik psikolojik bir işkencenin kurumsallaşmış halidir. Cezalandırmayı merkeze almaktadır ve ceza içinde cezaya dönüştürülmektedir. Her hükümlü için bulunduğu hapishane, yoksunluklar başkentidir.

Kısacası hapsetme, hapsedilen açısından bir topluma kazandırma stratejisinin hayata geçirlebileceği mekânlardan olmadığı gibi, suçu karşılayan ve bu anlamda insan onuruna yakışır bir cezalandırma da değildir.

Bu noktada iki tür saplantıdan bahsetmek isterim: Birincisi zihnin çeperlerinde dolaşanlar, ikincisi ise, zihnin merkezine oturup kalkmayanlar. Hapsetmenin bir ceza hukuku yaptırımı olarak adalete içkin bir değeri olduğu düşüncesi de zihnin (üstelik akademik zihinlerin bile) merkezine oturup kalkmayan türden bir saplantıdır.

O halde sonuç olarak şunu net bir şekilde söylemek mümkündür: Hapsetme ıslah etmez, iyileştirmez ve adalete içkin olmadığından suçu önlemenin olması gereken aracı olmadığı gibi, önlemesi de mümkün değildir.

Son 300 yıldır düşünce tarihi kapitalizmin olumsuz sonuçlarını ortadan kaldırmanın ya da azaltmanın derdine düşmüşse, ortada iki hata vardır: Birincisi kapitalizmin kendisi, ikincisi ise, kapitalizmi ortadan kaldırma yerine onu onarma düşüncesinin varlığıdır. İşte hapsetme olgusu üzerine düşünürken de yanı hatayı yapıyoruz. Çocukların bile yadsıyacağı kadar insan gerçekliğine aykırı bir pratik olarak hapsetme olgusu, başlı başına bir kötülüktür ve dolayısıyla hatadır. İkinci hatayı da hapsetme olgusunu ortadan kaldırmak gerekirken, onu nasıl daha kullanışlı ve elverişli hale getirebiliriz’in üzerine düşünürken yapıyoruz. Bu noktada başlı başına kötü olan bir şeyi (hapsetme olgusunu) düzeltmek ya da olabildiğince iyileştirmek üzerine düşünmek yerine, varlığı kötülük saçan şeyi (hapsetme olgusunu) ortadan kaldırmak neden düşünülmüyor?

Bu önerimin sağlıklı şekilde anlaşılabilmesi için, hapsetmeyi adaletin içine gömülü (ona eklenmiş ya da yerleşik) olarak algılamaktan vazgeçmeliyiz. Adaletin gerçekleştirilmesi bakımından hapsetmenin bir çare olarak düşünülmesinde, özgürlüğe ilişkin değerlerin kapı dışarı edilmesi ve devletin güçlendirilmesi ve itaatin koşulsuz sağlanması maksimizasyonu mantığına dayanan “Hapishane köktenciliği” anlayışından vazgeçmeliyiz.

O halde şu 6 soruyu yüksek sesle kendimize sormak, hapsetme dolayısıyla ortaya çıkacak sosyal sorunları azaltmak isteyen her insan için bir görevdir:

1- Hapsetme ile hangi suç önlenebilmiştir?

2- Hapsetme ağır psikolojik bir işkence değil midir?

3- Hapishane yeni suçların öğrenildiği, suçluları suç makinesine, nispeten hafif suçları işleyenleri daha ağır suçları işleyenlere dönüştüren mekanlar değil midir?

4-Hapishaneler gerçekte toplum güvenliği için mi vardır, yoksa egemenlerin güvenliği için mi?

5-Hapsetme olgusu, devletlerin güvenlikleştirme politikalarının neresinde duruyor?

6-Ceza hukuku yaptırımı olarak son 300 yıldır sistemli olarak uygulanan hapsetme olgusuna alternatif yepyeni bir ceza hukuku politikası oluşturmanın ve verili bilgi ve konular dışına çıkarak düşünce üretmenin zamanı gelmemiş midir?

Kurtuluş Tayanç Çalışır (Cumhuriyet Savcısı)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Fill out this field
Fill out this field
Lütfen geçerli bir e-posta adresi yazın.
You need to agree with the terms to proceed